Sürdürülebilir Elektrik Üretim Kapasitesi Gelişimi

Elektrik piyasasında üretim faaliyeti gösterebilmek için EPDK’dan (bu yazıya konu olmayan bazı istisnaları olmakla birlikte) lisans almak gerekiyor ve kaynak bazında bazı farklılıklar olmakla birlikte lisans alma süreci genel olarak şu dört aşamadan geçiyor:
  • Lisans başvurusunun yapılması
  • Başvurunun incelenip değerlendirilmesi (bağlantı görüşü, arazinin durumu, vs.)
  • İncelemesi olumlu sonuçlanan başvuruların uygun bulunarak lisans alınması için belirlenen yükümlülüklerin yerine getirilmesi (sermaye artırımı, teminat tamamlama, ÇED izninin sunulması, vs.)
  • Projenin lisanslandırılması
Bu kapsamda bir HES projesi için öncelikle DSİ tarafından yapılan kaynak kullanım ihalesinin kazanılmış olması ve sonrasında EPDK’ya lisans başvurusu yapılması gerekiyor. RES’ler için açıklanmış bağlantı noktaları ve kapasiteleri baz alınarak EPDK’ya yapılan başvuru sonrasında süreç normal şekilde işlerken eğer tesis alanı veya bağlantı noktası açısından bir çakışma varsa başvuru inceleme ve değerlendirme aşamasında iken TEİAŞ tarafından bir ihale yapılıyor ve ihaleyi kazanan projeye lisans verilmesi uygun bulunuyor. Biyokütleye veya jeotermal enerjiye dayalı projelerde ise uygun bulmadan önce kaynak kullanım hakkının elde edildiğinin belgelenmesi gerekiyor. Güneş başvuruları henüz açılmış değil ancak yapılacak ölçümler sonrasında 2013 yılında başvuru alındığında RES’lere benzer bir süreç işleyecek. Termik santrallerde açısından ise yerli doğal kaynaklar için kaynağın kullanım hakkını belgelemek gerekirken diğerleri için böyle bir zorunluluk bulunmuyor.

Üretim tesislerinin lisanslanabilmesi için, kaynak kullanımını belgelemeye yönelik olarak yukarıda genel hatlarıyla belirtilen şartlar haricinde pek de bir kısıtlama bulunmuyor (elbette ki sit alanları, vb. yerlere tesis kurmak mümkün değil). Diğer bir ifadeyle, tesislerin kurulacakları yerler ve türleri neredeyse tamamen serbestçe belirleniyor. Bu serbestliği sağlayan 2001 yılındaki reform sonrasına bakıldığında (Şekil 1) süregelen ekonomik büyümeye paralel olarak (puant yükte etkileri 2009 yılında belirgin şekilde görülen düşüşe rağmen) kurulu gücün düzenli şekilde arttığını görüyoruz [1, 2].


Şekil 1: Kurulu Güç ve Saatlik Puantın Yıllara Göre Gelişimi (MW) 

Şekil 1’deki bu gelişme; piyasa, onu sürekli daha rekabetçi hale getirmeye çalışan politika belirleyiciler ve yatırımcılar açısından önemli bir başarıdır. Ancak bu başarının; tesis yerinin tamamen serbestçe seçilmesine izin vermenin, şebeke işletmecilerinin başvuru yapılan her tesisi sisteme bağlamaya zorlanmalarının ve bunun neticesinde ortaya çıkan şebeke genişleme planlarının daha ekonomik bir alternatifi olup olmadığını pek de sorgulamamanın bir sonucu olduğu dikkate alınmalı. Dolayısıyla büyüme tablosunun uzun vadede sürdürülebilir olmasını beklemek mümkün değil. Yani, üretim kapasitesinde elde edilen yüksek artışın sürdürülebilirlik açısından sorgulanması gerekiyor. Örneğin:

  • Net enerji ithalatçısı bir ülke olmamız nedeniyle özellikle elektrik sektörü açısından üzerinde ısrarla durduğumuz kaynak çeşitliği ne durumda?
  • İzin süreçleri tesislerin şebeke kısıtları ve arz-talep dengesi açısından doğru yerde olmasını sağlayabiliyor mu? Sağlıklı bir şebeke genişleme planlaması yapılabiliyor mu?
  • Uygun bulunan projeler alınması gereken diğer izinler (imar planları, arazi temini, ÇED, vs.) açısından kolaylıkla hayata geçirilebiliyor mu? (burada süreçlerin uzunluğu değil belirsizlikleri ve maliyetleri düşünülmeli)

Kurulu gücün son dört yıldaki kaynak dağılımın gösterildiği Tablo 1’e bakıldığında termik üretim tesislerinin kurulu güçteki payının yaklaşık 2/3, buna karşılık yenilenebilir enerjiye dayalı tesislerin payının ise 1/3 oranında sabit kaldığı görülmektedir. Diğer taraftan termik üretim tesislerinin elektrik üretimindeki payı 2008 yılında % 82,8 iken 2011 yılında % 74,8’e gerilemiş ve buna paralel olarak yenilenebilir enerjinin üretimdeki payı artmıştır. Tabloda yer almamakla birlikte aynı dönemde doğalgazın üretimdeki payı % 49,7’den % 45,4’e gerilemiştir.


2008
2009
2010
2011

Ürt. (%)
Güç (%)
Ürt. (%)
Güç (%)
Ürt. (%)
Güç (%)
Ürt. (%)
Güç (%)
Termik
82,8
66,0
80,6
65,5
73,8
65,2
74,8
64,1
Yenilenebilir
17,2
34
19,4
34,5
26,2
34,8
25,2
35,9
Tablo 1: Termik ve yenilenebilir elektrik üretim tesislerinin kurulu güç ve üretim payları [1, 2]


Eğer kaynak dağılımına daha geniş bir perspektiften bakılacak olursa, Şekil 2’de görüldüğü gibi termik ve yenilenebilir enerjiye dayalı üretimin payının dalgalanmalarla birlikte göreceli olarak değişmediği buna karşılık doğalgazın payının artış eğilimi içinde olduğu söylenebilir. Bu durumu çeşitli gerekçelerle açıklamak mümkün ama açık olan bir şey var: neredeyse tamamen dışa bağımlı olduğumuz bir kaynağın elektrik üretimindeki payı % 45 civarında ve bu yüksek bir risk demek (muhtemelen en güncel örnek bu yıl Şubat ayında yaşadığımız elektrik sıkıntısı ve elektrik fiyatının toptan satış piyasasında 2000 TL/MWh değerine kadar çıkmasıdır). Bu nedenle elektrik piyasasına yönelik stratejiler arasında doğalgazın üretimdeki payını önemli miktarda düşürmek yer alıyor ve (özellikle son dönemde) doğalgaz yakıtlı üretim tesisi projelerinin kısıtlanması konuşulabiliyor. Dolayısıyla, yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmadaki olumlu gelişmelere rağmen kaynak çeşitliliğini sağlamada halen hassas bir noktadayız.

Şekil 2: Elektrik üretim tesislerinin paylarının (%) yıllık gelişimi [1, 2] 

Üretim tesislerinin izin süreçleri tesislerin şebeke kısıtları ve arz-talep dengesi gözetilerek doğru yerde kurulmaları açısından incelendiğinde, bu noktada kararı veren tarafın sadece yatırımcılar olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü her ne kadar projelerin lisanslanabilmek için şebeke bağlantısı açısından olumlu görüş almaları gerekse de bu görüş sadece teknik analizi içeriyor. Bunun haricinde, geleceğe dönük arz-talep projeksiyonları dikkate alınarak tesisin kurulacağı bölgede ihtiyaç yok bu nedenle şu bölgede kurulsun veya şebeke genişleme planları doğrultusunda bu tesisi bağlamak teknik/ekonomik açıdan uygun değil türünden değerlendirmelerin yapılabildiğini pek de söyleyemeyiz. Halbuki tesisler sadece bir hatla sisteme bağlanmıyor ve izin verilecek projeler için bir şebeke genişleme planı yapmak gerekebiliyor. Bu planın gerçekleşme maliyeti ise günün sonunda tüketiciler tarafından ödeniyor. Ortaya çıkan maliyeti karşılamakta bir sıkıntı olmasa da gerekliliği konusunda bir değerlendirme yapılmasına ihtiyaç var. Dolayısıyla hem enerji nakli kaynaklı kayıplar hem de şebeke genişleme maliyetleri (operasyonel ve finansal) açısından optimal çözümü sağlayacak şekilde bir yönlendirmeye ihtiyaç bulunmaktadır. Aksi takdirde, artan enerji talebi nedeniyle sürekli yeni tesislere ihtiyaç duyulduğundan plansız bir şebeke genişlemesine gidilmesi kaçınılmaz olur. Nitekim Elektrik Piyasası Kanunu’nun Geçici 14-b maddesi ile iletim şirketinin artan şebeke yatırımlarına yetişememesi nedeniyle ilgili hatların üretim tesisi yatırımını yapanlar tarafından (bedeli bağlantı ve sistem kullanım anlaşmaları çerçevesinde geri ödenmek koşuluyla) inşa edilmesi öngörülmüştür. Bu noktada yatırımcıların kar maksimizasyonu güdüsüyle düşük kayıp ve en yüksek kapasite kullanımı sağlayacak noktalarda tesis kurmayı tercih edeceklerini söylemek mümkün. Ancak, sadece bu kar maksimizasyonu güdüsünün tek başına optimal çözümü üretemeyeceği ve bu nedenle sistem ile tüketiciler açısından maliyet minimizasyonunun da hesaba dahil edilmesi gerektiği dikkate alınmalı.

Bu noktada diğer önemli bir konu da kurulması uygun bulunan tesislerin inşaata başlamak için almaları gereken lisans haricindeki izinler. Bilindiği gibi çevresel etkileri bakımından büyük çaplı projeler açısından ÇED süreci uzun ve zor. Tesislere izin verilirken bu tür bir uygunluk değerlendirmesi yapılmadığından yatırımcılar doğrudan ilgili idareler ve yerel halk ile karşı karşıya geliyorlar. Sonrasında ise ülkenin artan enerji ihtiyacını karşılamak hatta dışa bağımlılığını azalmak açısından büyük önem taşıyan projeler yargı süreçleri ve takiben uzayan inşaat işleri nedeniyle gecikiyor. Buna ek olarak gerekli iznin alınması sırasında önceden öngörülemeyen nedenlerle bir de yatırım maliyetleri artabiliyor. Benzer bir sıkıntı arazi temininde de yaşanıyor. Tesisin kurulabilmesi için gereken vasıf değişiklikleri, imar planlarının yapılması ve öngörülemeyen arazi tahsis maliyetleri yatırımcıların yüz yüze kaldıkları sorunlardan sadece bazıları.

Tüm bu unsurları birada değerlendirdiğimizde; artan enerji ihtiyacını karşılayacak tesislerin kurulabilmesi, bu tesislerin kurulabilmesini sağlayacak sağlıklı şebeke planlarının yapılabilmesi, yatırımcıların tesis tamamlanana kadar karşılaştıkları sorunların en aza indirilebilmesi ve nihayet tüketiciler açısından tüm bunların en düşük maliyetle yapılabilmesi için bir planlamaya ihtiyaç var. Aslında bunun için hazır bir araç var zaten: “Intregrated Resoruce Plannning” yani “Entegre Kaynak Planlaması (EKP)”. Kısa bir tanım vermek gerekirse EKP, kullanıcıların elektrik ihtiyaçlarını kaynak kullanımı açısından birçok koşulu bir arada sağlayacak şekilde karşılamaya yönelik planlama sürecidir ve bir kısmı aşağıda sıralanan birçok unsuru içermektedir [3].
  • Ulusal, bölgesel ve yerel kalkınma hedeflerine uyumlu olmak
  • Hane halkı ve işletmelerin elektrik hizmetlerine erişiminin sağlanması
  • Arz güvenliğini sağlamak
  • Elektrik hizmetleri veya muadili sunulurken kısa ve uzun dönemli ekonomik maliyetlerin en aza indirilmesi
  • Elektrik arzının ve kullanımının çevresel etkilerinin en aza indirilmesi
  • Dış kaynakların kullanımını azaltarak enerji güvenliğini iyileştirmek
  • Yerel ekonomiye fayda sağlamak
  • Halihazırda ülkemizde kısmen de olsa bir kaynak planlaması yapılıyor. Örneğin, RES’lerin bağlanabileceği noktalar kapasiteleri ile önceden planlanmış durumda. Benzer şekilde güneş enerjisi santralleri için de bağlantı noktaları belirlendiği gibi nerelere tesis kurulmasına izin verilmeyeceği de açıklandı. Dolayısıyla aslında yapılması gereken bu planlamayı hem sektör, hem tüketiciler, hem de uygulayıcılar için daha da genişletmek.

Doğal olarak EKP yapılırken farklı beklentilerin ve hassasiyetlerin devreye girmesi söz konusudur. Örneğin, bir yandan kapasite artırımı gözetilirken diğer taraftan yerel kaynakların daha çok kullanılması, kaynak çeşitliliğinin sağlanması, teknoloji/uzmanlık transferi, verimlilik artışı, yerel istihdama katkı, en düşük maliyet ve çevresel etkiler gibi hususlar gözetilebilir. Burada önemli olan, ihtiyaçları ve bu ihtiyaçları karşılarken uyulması gereken koşulları sağlıklı şekilde belirleyerek planlamayı ona göre yapmaktır. Zaten EKP de; ekonomik, sosyal ve çevresel unsurların bir arada gözetildiği ve çoğu zaman içerisinde birbiriyle çatışan hedeflerin yer aldığı bir planlama sürecidir [4]. EKP kapsamında hem arz hem de talep tarafı açısından geniş bir seçenekler yelpazesi ele alınır ve tüm paydaşların süreç içerisine dahil edilmesi sağlanır. Ayrıca, geleneksel planlama yöntemlerinin aksine tarafların görüşleri planlamanın bitiminde değil daha planlama yapılırken değerlendirilir [3]. Böylelikle, sistemli, bütüncül ve şeffaf bir planlama yürütülerek enerji ihtiyacının dengeli bir çözüm ile karşılanması sağlanır.

Son olarak EKP’nin ülkemizde nasıl uygulanabileceğini ele alacak olursak, öncelikle tüm tesislerin tamamen merkezi şekilde yapılacak bir planlamanın neticesinde kurulması gerektiği kanaatinin oluşmaması gerekiyor. Çünkü böyle bir yola gitmek piyasanın serbestleştirilmesi ile elde edilen onca kazanımı geriye götürmek anlamına gelir. Bunun yerine, yönlendirici bir planlama yaparak sonrasını yatırımcılara bırakmak daha doğru olacaktır. Bunun için de öncelikle bölgelerin (burada bölgesel yük tevzi merkezlerinin sınırları dikkate alınabilir) geleceğe dönük arz-talep projeksiyonları dikkate alınarak kaynak bazında bir kapasite artış planlaması yapılmalı ve şebeke genişlemeleri de bu planı temel almalıdır. Bu kapsamda yatırımcıları ihtiyaç duyulan bölgelere yönlendirecek fiyat/maliyet sinyalleri (örneğin şimdikine göre daha farklılaştırılmış sistem kullanım bedelleri uygulamak veya şebeke güçlendirme maliyetlerini bu güçlendirmeye neden olanlara belirgin şekilde yansıtmak gibi) etkin bir araç olarak kullanılabilir. Böylelikle, hem üretimin tüketimin olduğu yerde yapılması teşvik edilmiş hem de kontrolsüz şebeke genişlemelerinin önüne geçilmiş olur. Tabi bunu yaparken tesis türlerine göre o bölgede alınması gereken izinler için de bir altyapı oluşturulmalı. Aksi takdirde yapılan planlamaya rağmen yatırımcıların karşısındaki zorluklar açısından bir iyileşme sağlanamamış ve yatırımların gecikmesi önlenememiş olur. Zaten EKP’nin doğası gereği planlamaya tüm paydaşların katılımı sağlanacağından süreç kendiliğinden başlamış olacaktır. Bu sayede, doğru yerde ve yatırım süreci açısından asgari belirsizlikle başlayan projeler lisanslandırılır ve hızlı bir şekilde hayata geçirilebilir.


Kaynakça

[1] TEİAŞ Genel Müdürlüğü, Türkiye Elektrik Üretim - İletim İstatistikleri 2010
[2] TEİAŞ Genel Müdürlüğü, 2011 Yılı İşletme Faaliyetleri Raporu
[3] Tellus Institure, Best Practices Guide: Integrated Resource Planning For Electricity, Boston, MA, USA.
[4] Joel N. Swisher, Gilberto de Martino Jannuzzi ve Robert Y. Redlinger, Tools and Methods for Integrated Resource Planning: Imporoving Energy Efficiency and Protecting the Environment, United Nations Environment Programme (UNEP), 1997

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder